Bir insan güzel birisi ise, babamızın oğlu da olsa, ya da yedi kat yabancımız da olsa aynı güzel insandır, değişen ne? Biz Müslümanlar ırkçı değiliz, insanları babasına, soyuna sopuna, mezhebine, meşrebine, partisine, hizbine, bölüğüne, tarafına göre değerlendirmeyiz, takvasına göre değerlendiririz. Asabiyet duygusu adalete engel olarak zulme dönüşmemeli. Müslüman isek, Allah’ın koyduğu ölçü budur. Çünkü Allah Celle Celaluhu “Allah katında en saygı değer ve üstün olanınız, en takvalı olanınızdır” buyuruyor. (Hucurat, 13) Gerisi hikayedir, bizi ilgilendirmez. Şunu çok rahat ve içten gelerek samimiyetle söyleyebilmemiz lazımdır: Her kim İslam dininin inanç, ibadet, hukuk ve ahlak esaslarına iman ve riayet ederse, yani bunları öğrenir ve ihlasla yaşamaya gayret ederse, ha babamızın oğlu olmuş olsun, ha dünyanın en uzak yerinde yaşayan bir Müslüman bulunmuş olsun, hiç fark etmez, o bizim kardeşimizdir. Biz onu sever ve sayarız. Bizim katımızda o bizimle eşittir; çünkü biz onu temelde Allah için severiz. Bu bir iman borcudur. Eğer bir insan, İslam’ı bilmiyor ve yaşamıyorsa, dahası İslam düşmanları ile işbirliği yaparak bizim dinimiz aleyhinde çalışıyorsa, ha babamızın oğlu olsun, ha dünyanın en uzağındaki bir insan olsun, temelde fark etmez, biz onu asla sevmeyiz, sevemeyiz. Barış içinde yaşamak mümkünde ne ala, değilse ve gerekirse savaşırız. Dikkat ederseniz “temelde, yani asılda fark etmez,” dedik. Yoksa teferruatta, ayrıntıda, azlık ya da çokluk gibi bu sevginin derecesinde, gayet tabiî ve fıtrî olarak farklılık olur. Bu da çok normaldir. Bir eksiklik ve ayıp değil, belki de istenen güzel bir davranıştır. Ne de olsa birisi yakın ve akraba bir Müslüman kardeştir. Diğeri ise akraba olmayan uzakta bir Müslüman kardeştir. Ama bu kadarcığına dinimiz de izin verir, aklımız ve duygularınız da müsamaha gösterir. Daha açıkçası, bir insan Müslüman ise zaten bir hakkı vardır bizde. Akraba ise, bir hak da oradan alır. Eğer bu kişi bir de komşu ise, hakkı üçe çıkar. Öyleyse unutmayalım; söz ve davranışlarında bizim gördüğümüz kadarıyla dış görünüşü şeriata aykırı olmadıkça her Müslüman’ı sevmek, boynumuzun borcudur. Onun özel hayatında, mesela yemesinde, içmesinde, gezmesinde tozmasında, sosyal ilişkilerinde bazı kusurlarının olması, bizim onu sevmememizi, yadırgamamızı, alakayı bitirmemizi gerektirmez. Dinimiz, ahlak ve terbiyemiz buna izin vermez. Hele hele de dedikodusunu yapmamızı, alay ederek aşağılamamızı, gizli kusurlarını araştırarak rezil ve kepaze etmemizi dinimiz haram sayarak şiddetle yasaklar. Zaten hakkında yalan söyleyerek iftira atmayı, canına, malına, ırz ve namusuna, şeref ve haysiyetine tecavüz edip saldırmayı söylemeye bile gerek yok. Bırakın bir Müslümanı, bunlar bir kafir için bile asla caiz değildir. İşte tam da burada biraz durup düşünmemiz gerekiyor. Neden gözümüzde bu kadar kıymetli olması gereken Müslümanları çok rahat ve kolay bir şekilde gözden çıkarabiliyoruz? Neden aleyhlerinde saygısızlık yaparak Allah Teala’nın haram kıldıklarını utanmadan sorumsuzca yapabiliyoruz? Bu bağlamda bir de “tenkit” ve “eleştiri” kelimelerine haksızlık yaparak onları kötü huylarımıza kurban ediyoruz. Bu bir hile ve istismardır. Ne demek “tenkit” ve “eleştiri”? Daha yakından görelim mi?
Not:Brunei Sultanının altın kaplama uçağı Merkez Bankası’nın altın rezervini aratmıyormuş. Habervaktim şöyle başlık atmış: “Böyle lüksüne düşkün sultan görülmedi.”Haberin devamı şöyle: “Brunei Darusselam Sultanı Haji Hassanal Bolkiah Mu’izzaddin Waddaulah, resmi temaslarda bulunmak İstanbul’a altın kaplama uçağı ile geldi. Brunei Sultanı Türkiye’ye gelirken altın kaplama uçağını kendisi kullandı. Sultanın içi altın kaplama üç uçağı daha var.”
Altını eşya olarak kullanmak kadın ve erkeğe haramdır. Kendi ülkesinde ve dünyada bu paralara hayati ihtiyaç duyan kardeşleri varken Allah Teala’nın haram kıldığını işlemekle övünen adı “Hacı” Müslümanlara ben ne diyeyim ki? Kınıyor ve ıslahına dua ediyorum.